Devlet gücünün varlığının esası, hakları güvenceye almaktır. Kolluk güçlerinin varlık nedeni de budur. Hukukun kamu görevlisine verdiği yetki bu amaca ve işleve aykırı olamaz kullanılamaz.
Öncelikle Soma’daki “kitlesel katliam” ve “organize cinayet” nedeniyle, yaşamını yitiren işçilere Allah’tan rahmet, geride kalan yakınlarına sabır ve zulme direnme gücü, bizlere de bu mazlum insanlarla dayanışma ruhu diliyorum.
Ülkemizde bir süredir devam etmekte olan ve gittikçe keskinleşen politik cepheleşmenin sonuçlarını yaşam hakkı ihlalleriyle, ifade ve basın özgürlüğü açısından ciddi bir daralmayla, otorite ve özgürlükler arasındaki gerilimde, otoriterleşme lehine bir süreç dâhilinde yaşıyoruz.
Bu süreçte, benzer süreçlerde olduğu gibi sağlıklı bir insan hakları yaklaşımı ve toplumsal algı açısından sorun oluşturan “bağzı kavramsal” saldırılara maruz kalıyoruz.
Soma faciası sonrasında ya da Berkin Elvan’ın öldürülmesi sonrasında yapılan gösterileri ve bu gösterilere katılanları tümüyle “terör faaliyeti” ve “terörist” gibi gösterme eğilimi gözden kaçmayan bir sorunsaldı.
Evet, bu bir sorunsal. Mesela: Mavi Marmara’yı basıp orada insanları katleden İsrail askerleri, İsrail Devleti zaviyesinden bir ulusal güvenlik görevi icra ediyorlardı. Ancak Mavi Marmara yolcularına, onlarla aynı duygu ve düşünceleri paylaşanlara göreyse, İsrail askerleri ve İsrail Devleti, “teröristti” ve bir “terör faaliyeti” icra ediyordu. Benzer bir uyarlamayı Türkiye’deki bazı örnekler üzerinden de yapabiliriz.
Hâsılı; “terör” ve “terörist” gibi kavramların “hak temelli”, “hukuki” kavramlar olmaktan ziyade politik tercihinize ve konumunuza göre değişen bir içerik aldığı, mevcut siyasal düzene, resmî güvenlik perspektifine ve pratiklerine bakışınızın, bu konuda vereceğiniz hükmü belirlediği açıktır. Bu tür kavramsallaştırmaları, “hak” denen sabiteyle telif etmenin zorluğu ve hatta imkânsızlığı ortadadır.
İnsan hakları odaklı bir yaklaşımda, “politik” hükmü/ taraftarlığı değil, “hak” denen kavramı merkeze almak esastır. Bu yaklaşımda haklar ve hakların kullanımı konusu, korunması gereken temel değerlerdir. “Hak”kı teşhis etmeye imkân veren sağlıklı bir yöntem olarak “somut olay adaleti” ise “hak”kın somut olaydaki yansımasını analitik olarak yorumlamaya imkân vermesi açısından önemlidir.
Bu yöntemde; yaşanan olayın başlangıcı, gelişimi ve sonuçlarını zamansal açıdan; olayın taraflarının birbirlerine yönelen eylemlerini ve bu eylemlerde kullanılan araçları niteliksel açıdan; hakkın kullanımının “kural” ve hakkın yasaklanmasının “istisna” olduğunu ilkesel açıdan; “Kamu düzeni ve kamu menfaati” gibi kavramları “keyfiliğe” meydan vermeyecek biçimde objektif olarak yorumlamak gerekmektedir.
Devlet gücünün varlığının esası, hakları güvenceye almaktır. Kolluk güçlerinin varlık nedeni de budur. Hukukun kamu görevlisine verdiği yetki bu amaca ve işleve aykırı olamaz/ kullanılamaz. Ülkemizde, polis ve vatandaşların karşı karşıya geldiği bazı vakalarda, bazı hakların ve yasal korumaların genel itibariyle, tek taraflı yorumlandığını görmekteyiz. Bu geçmişte olduğu gibi şimdilerde de polis ve göstericilerin karşılıklı eylemlerinde çokça yaşanagelen bir durumdur.
İki kavram: “Meşru müdafaa” ve “mukavemet/ direnme”.
Bu iki kavram, hukuk literatüründe ve yasaların dilinde (istisnalar hariç) objektif ve ayrımsız olarak herkes için kullanılırken uygulamada, emniyette, soruşturma ve yargılama safahatında; savcı ve yargıçların zihinsel tutumlarında ve verdikleri kararlarda “kamu görevlisi” lehine yorumlanmaktadır.
Şunu ifade etmek istiyorum ki polise karşı, bireyler açısından meşru müdafaa kavramı “adli süreçlerde” ve toplumsal algıda “unutulmuş” gibidir. Emin olalım ki bu tesadüfî bir sonuç değildir. Maalesef bu “zihinsel manipülasyonun” başarılı olduğunu da müşahede etmekteyiz. Tanıklık ettiğimiz pek çok vakada, bireylerin, kamu görevlisine karşı “meşru müdafaa” hakkını ya da “İslami”/ “Batılı” insan haklarının tarihsel tecrübesi ve metinlerinde ifade bulan “direnme hakkı”nı kullanabileceğinin kabul edildiği örneklere rastlamak neredeyse imkânsızdır.
Bu “hak”kın üzeri maalesef devletin güvenlik brandasıyla örtülmüş gibidir. Ne yazık ki zihinlerimiz de öyle. Bu zeminde, “direnme” hakkı, ceza yasasında, “kamu görevlisine mukavemet” ile sınırlanarak kriminalize edilmiş, “kamu otoritesi” ve “kamu görevlisi” lehine adeta bir “hak” olarak türetilmiştir.
Bu kavramsal tahrifatın ve benzeri zihinsel manipülasyonların, kamucu otoriteryen yorumsamacılığın temelinde, “insan” ve “haklarını” öteleyen, “iktidar” ve “uzuvlarını” değer olarak önceleyen/ kutsayan hastalıklı bir “muhafazakârlık” hâlinin yattığını söylemek gerekiyor.
Bu noktada, ittihatçı, kemalist, osmanlıcı, millici, milli görüşçü, sol- sosyalist, muhafazakâr- demokrat gibi nitelemelerin pek bir anlamı ve önemi de kalmıyor. Zira tüm bu ideolojik tandansların, bu hastalıklı muhafazakârlıktan beslenen bir yönü olduğunu tecrübî olarak gözlemleyebiliyoruz. Bu ülkede “muhalefet” dediğimiz havzanın da bu havayı teneffüs ederek vücudiyetini sürdürdüğünü düşündüğümüzde nasıl bir açmazla karşı karşıya olduğumuzu tarife hacet yok sanırım.
Tüm bu laf kalabalığının üzerine demem o ki “bağımsız” düşünmemizi sağlayacak, “hak ve hukuk” sabitelerini istismar etmemizi engelleyecek “sistem dışı bir adalet bilinci”yle kuşanmamız gerekiyor. “İktidar muhafazakârlığı” diyebileceğim bu kirliliğin esiri olacak düşünsel/ refleksif klişe ve kelepçelerden azade olarak hak temelli bir perspektif inşa etmeye mecburuz. Ancak sorumluluk sırasına göre bunu önce Devlet erkânının ve sonra biz sıradan insanların anlaması için bu ülkede daha nelerin yaşanması gerekiyor diye de sormak gerekiyor.
MAZLUMDER İzmir Şube Başkanı
Av.SUPHAN ERKAN
